İLMİ ARAŞTIRMALAR
İLMİ ARAŞTIRMALAR  
  Ana Sayfa
  ilmi
  Karikatör
  Usuli Fıkıh
  Tefsir Usulu
  Hadis Usulu Eserleri
  Emsile Ögreniyorum
  İlmi Araştırmalarda Usul
  Usuli Hadis
  Ziyaretçi defteri
  Ayın Bugünki Durumu
  Ayın Hareketleri
  Secavendler
  Akaid Dersleri (sesli)
  İktibas-Yazılar
  M.Sabri Efendi
  İmam Suyuti-Mütevatir
  İmam Birgivı-Usulu Hadis
  Darul Hikme
  Sünnet İnkarcıları
  İktibaslar
İktibas-Yazılar
  

Sünnet İnkârcılarının Zihniyet Ataları

sunnet

Ebubekir SİFİL

Modern zamanlar, pek çok İslamî hüküm, değer ve inancın bizzat Müslümanlara tartıştırıldığı zaman dilimleri olarak kayda geçiyor. Her ne kadar biz benzer bir durumun Sahabe kuşağı henüz hayattayken yaşandığını görüyor isek de, arada önemli bir fark var: O dönemlerde bu meseleleri tartışanlar, Müslüman toplum tarafından hiçbir zaman benimsenmemiş, hep eğreti durmuş, hep “heretik/sapkın” olarak değerlendirilmiştir. Bugünse bilhassa Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilmesiyle birlikte, bir devlet gücünü, bir sermaye birikimini arkasına alan bu tür yapılanmalar, elde ettikleri imkânlarla bid’atlarının propagandasını yapıyor; bu suretle her geçen gün daha fazla sayıda insana ulaşıyor. Şu hakikatin altını kalın çizgilerle çizelim: Bu akım ve kişiler ilim bakımından Ehl-i Sünnet’ten ileride olduklarından değil, bid’atlarının propagandasını etkin olarak yapma imkânına sahip bulunduklarından toplumun bir kesimi nezdinde itibar sahibi oluyor.

Usta bir propaganda dili kullanılarak insanımıza, asırlardır din adına yanlış bilgilendirildikleri telkin ediliyor ve bu telkini yapanlar, bu “tarihî arıza”yı (!) “Kur’an adına” düzeltmek için canla başla çalışıyor!!

Abdullah b. Abbâs (r.a)’ın naklettiğine göre Hz. Ömer (r.a) bir konuşmasında “recm”den bahsetmiş ve şunları söylemiştir: “Bu konuda sakın aldanmayın! Zira recm, Allah Teala’nın haddlerinden bir haddir. Dikkat edin! Resulullah (s.a.v) da recmetti; O’ndan sonra bizler de bu cezayı uyguladık. Eğer insanların, “Ömer, Allah’ın Kitabı’na, onda olmayanı ilave etti” deme ihtimali olmasaydı, recm hükmünü mushafın (bir sayfasının) kenarına yazardım. (…) Dikkat edin! Sizden sonra birtakım insanlar gelecek; recmi, şefaati, Deccal’ı, kabir azabını ve (günahkâr) bazı (mümin) kimselerin cehennemde (bir süre azap görüp) karardıktan sonra oradan çıkacağını yalanlayacaklar.”

Bu, son derece ilgi çekici bir rivayettir. Hz. Ömer (r.a)’ın, burada söylediklerini “kendi tahmini” olarak söylediğini düşünmek mümkün değildir. Burada ileride cereyan edecek bir durumdan haber verilmektedir ve Efendimiz (s.a.v)’den işitilmiş bir bilgiye dayandığında şüphe yoktur.

Hz. Ömer (r.a)’ın haber verdiği bu hususlar, ulema tarafından, Hz. Ali (r.a) döneminde ortaya çıkan Hariciler tarafından dile getirilen bid’at görüşlerle tefsir edilmiştir. Rivayetin böyle tefsir edilmesi elbette yanlış değildir. İslam tarihinde Sünnet konusunda arızalı ilk algı tarzı Hariciler’de görüldüğü için bu açıklama tarzı isabetlidir. Hadis şerhlerinde bu gibi durumlar zikredildikten sonra “Hamdolsun bugün artık bu türlü şeylere rastlanmamaktadır” tarzında cümleler okuduğumuz zaman hayıflanıyoruz. “Bir de bugünleri görseydiniz” diyoruz…

Bu bid’at tavrın, geçmişteki Sünnet inkârcılarının günümüzdeki uzantılarından da sadır olmasına şaşırmamalıdır. Asıl şaşırmamız gereken, bize 1400 sene önce haber verilmiş bulunan bu ve benzeri sapmaların teşhisi konusunda görülen tereddütlerdir.

Benzeri bir durumu “kader” meselesinde de görüyoruz. Bu meselede de ilgili Kur’an sıra hadislere geliyor ve kader konusundaki rivayetlerin “Emevi uydurması” olduğu büyük bir rehavet içinde söyleniyor…

Bu türlü meseleler söz konusun olduğunda evvel emirde yapılanın bir “zihin oyunu” olduğunu unutmamakta fayda var. Önce Kur’an’ın bu meselelere delalet etmediğine inandırılırsınız. İş hadis rivayetlerine kaldığında yapılacak şey bellidir: “Uydurma” der, meseleyi bitirirsiniz.

O halde öncelikle Kur’an’ın ilgili hususlara delaleti konusundaki illüzyonu fark etmeli, arkasından hadis rivayetlerine geçilmelidir…

Ahmed b. Hanbel, el-Müsned, I, 23.

-------------------------------------------------------

“Amâ’ Hadisi”

evren

Ebubekir SİFİL

Bir kardeşimiz, Allah Teala’ya mekân isnadı anlamına gelen ve “amâ’ hadisi” diye bilinen rivayetin durumunu sormuş.

 Ebû Rezîn’den (R.A.) nakledildiğine göre kendisi şöyle demiş: “Ya Resulûllah” dedim, “Gökleri ve yeri (veya mahlûkatı) yaratmadan önce Rabbimiz neredeydi?” Şöyle buyurdu: “Bulutta idi; (bulutun) altında da hava yoktu, üstünde de. Sonra Arş’ını su üzerinde yarattı.”

 Genellikle böyle tercüme edilen bu hadis et-Tirmizî, İbn Mâce , Ahmed b. Hanbel, İbn Hibbân , et-Taberânî ve daha başkaları tarafından rivayet edilmiştir.

 İmam et-Tirmizî’nin “hasen bir hadistir” demiş olması bu rivayetin güvenilir olduğunu göstermez. İmam et-Tirmizî’nin “hasen” olduğunu söylediği –bunun gibi– birçok zayıf hadis vardır.

 Bu hadis zayıftır. Zira;

 1. Senedindeki Hammâd b. Seleme isimli ravi, ömrünün sonuna doğru yaşlanmış, rivayetlerinin yazılı olduğu kitapları kontrol edemez olmuş, özellikle iki üvey oğlu tarafından onun bu zaafından istifade edilerek hadisleri arasına sokuşturmalar yapılmıştır. Yine bu zatın, ömrünün sonunda hafızasının bozulduğu, Allah Teala’nın sıfatları (müteşabihat) konusunda münker rivayetler naklettiği, rical kitaplarında altı çizilen bir husustur.

 2. Senedde Hammâd b. Seleme’nin üstünde yer alan ravi Ya’lâ b. Atâ, bu rivayetin Vekî’ b. Hades’den rivayetinde tek kalmıştır. Mezkûr Ya’lâ b. Atâ, pek çok rivayetinde tek kalmış bir ravidir. O rivayetleri kendisinden, Vekî’ b. Hades’ten (veya Ades) başka aktaran kimse olmaması da bir başka zaaf noktasıdır.

 3. Adı geçen Vekî’ b. Hades durumu tam olarak bilinmeyen (meçhul) bir ravidir. Böyle (durumu bilinmeyen) ravilerin rivayetlerine, özellikle de böylesi temel itikadî/imanî meseleler konusundaki rivayetlerine güvenilmez. Bunlar üzerine itikat bina edilmez.

 Senedinde bulunan bu zaaflarına rağmen bu hadisi nasıl anlamak gerekir?

  Sahabî Ebû Rezîn’in (R.A.) “neredeydi?” tarzındaki sorusu Yüce Allah’ın belli bir mekânda olduğu ön kabulü üzerine sorulmuş bir soru değildir. Soru Allah Teala’nın “yüceliği” hakkında sorulmuştur.

 “Bulut” diye tercüme ettiğim kelime (sonu hemzeli) “el-Amâ’”dır ve “manevî hicâb/perde” diye anlaşılmalıdır.

 Bu kelime (sonunda hemze olmaksızın) “el-Amâ” diye de nakledilmiştir. Hadisin ravisi Ahmed b. Menî’, Hadis imamı Yezîd b. Harun’un, bu kelimeyi, “Yani O’nunla birlikte hiçbir şey yoktu” diye açıkladığını belirtmiştir. (Bunu İmam et-Tirmizî nakletmiştir.) Bu açıklama, kelimenin sonu hemzesiz olduğunda ifade ettiği anlamla örtüşmektedir.

 İmam el-Beyhakî bu kelimenin nasıl anlaşılması gerektiği sorusunu tartışırken şöyle der: “Efendimiz (S.A.V.), Yüce Allah mahlûkatı yaratmadan önce kendisinden başka hiçbir şey yoktu” demek istemektedir.” Meselenin özü de budur.

 Vallahu a’lem…

 “Tefsîr”, Hûd; Hadis no: 3109.

 “Mukaddime”, 13; Hadis no: 182.

 el-Müsned, IV, 11-12.

 el-İhsân, VIII, 14.

el-Mu’cemu’l-Kebîr, XIX, 207.

 Bkz. İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, III, 11 vd.

 İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 354.

 İbn Hacer, Tehzîbu’t-Tehzîb, XI, 115.

 el-Esmâ ve’s-Sıfât, 377.
------------------------------------------------------------------------------

“Müçtehit” Muhammed Abduh ve “Sir” Muhammed İkbal

ikbalEbubekir SİFİL

70’li ve 80’li yılların, bu coğrafyanın İslam’la irtibatını yeniden keşif “macerasında” önemli bir yeri vardır. Bu, kimi artıları yanında, telafisi hayli zor bir “savrulma”yı da beraberinde getirmiştir. Keskin bir “redd-i miras” anlamına gelen Cumhuriyet’le birlikte kendi köklerimizle irtibatımızın kesildiği bir vaka. Ama bütün sorumluluğu Kemalist ideolojiye yükleyip hedef saptırmanın da bir anlamı yok. Tercüme furyasının son derece kontrolsüz biçimde alıp başını gittiği o dönemlerde bu toprakların müktesebatının Risale-i Nur’dan ibaret olduğu gibi bir kanaatin oluşmasına kimler vesile olmuşsa, büyük sorumluluk da onlara aittir. Risale-i Nur’la ilgili olumsuz bir göndermede bulunmaktan ziyade, bu tespit, ilim mirasımıza miyop bakıştan şikâyet olarak anlaşılmalıdır.

O dönemden itibaren Müslümanların birliğine, “yeniden uyanışına” (tırnak içindeki bu ifadeyi ihtiyatlı kullanıyorum) yaptığı vurgular, tasavvuftan renkler taşıyan felsefî tespitleri, şiiri, ruhî ve manevî tonlamaları… Muhammed İkbal’i bizim algı dünyamızda bu topraklarda doğup büyümüş ilim adamı ve mütefekkirlerin de önüne geçirmişti.

Benzeri bir imaj, bilhassa ilmî çevrelerde Muhammed Abduh üzerinde oluşmuştu. İslam’ın yeniden anlaşılması, Kur’an’ın “asrın idrakine söyletilmesi”, ümmetin birliği… gibi meseleler, bir de mezhep konusuna bakışı üzerinden dünyamıza sokulmuştu o da…

Muhammed İkbal’in niçin “sir” olarak anıldığı üzerinde yeterince kafa yorduğumuz söylenemez. İngilizlerin Hindistan’ı işgali konusuyla İkbal’in “sir”liği arasında bir ilişki olabilir miydi?

Yahut ümmetin birliğini müdafaa adına, yeni bir İslam dünyası adına yıkmadık kâşane bırakmayan “müçtehit” Muhammed Abduh bu meseleye nasıl bakmıştı?

Hindistan’ı işgal eden İngiltere kanunlarının diğer milletlere göre İslam’a daha yakın olduğunu söyleyen Abduh, Müslümanların, işgalci İngilizlerin hâkimiyetinde ve onların kanununu tatbik etmek üzere görev almasının caiz olduğunu söyler.[1]  Her ne kadar burada Müslümanların maslahatı üzerinden hareket ediyor ve Müslümanlar böyle yapmadığı için diğer milletlerden geri kalmışlardır diyorsa da, “İslam’ın yenileyicisi” olarak oradaki işgale direnmenin fıkhını yazmak yerine, onlardan görev almayı tecviz etmesi elbette düşündürücüdür.

İkbal’e gelince, onun da bir reformist olarak yolu bu noktada Abduh’la kesişmiştir. Hatta o, işi daha da ileri götürerek şunları söyler: “İngiliz İmparatorluğu’nu dünyadaki en büyük Müslüman imparatorluk yapan şey, koruduğu Müslümanların sayısının çokluğu değil, bu imparatorluğun sahip olduğu ruhtur. (…) İngiliz İmparatorluğu’nun insanlığın siyasi evrimindeki uygarlaştırıcı bir faktör olarak kalıcılığı, bizim en büyük çıkarlarımızdan biridir. Bu geniş imparatorluk, bizim siyasi idealimizin bir yönünü yavaş yavaş harekete geçirdiği için bizim tam sempatimizi ve saygımızı hak ediyor.”[2]

Yorumu size bırakıyorum.
,-----------------------------------------------------------------------------

Hadislerde Metin Tenkidi Nedir, Ne Değildir?

metin_tenkidi

Talha Hakan ALP

Metin tenkidi 19. Yüzyılda Batı’da gelişen ve Textual criticism/Metin eleştirisi vb. tabirlerle anılan bir metin inceleme biçimdir. Tam olarak ‘tarih içinde bir metinde baş gösteren değişiklikleri, bozulmaları tespit edip metnin orijinal halini ortaya koymaya çalışmaktır, bir tür restorasyondur’ metin tenkidi. (Selahattin Polat/Metin Tenkidi)

Bir metnin bu şekilde incelenip neşredilmesi de edisyon kritik, tenkitli neşir; Arap yayımcılığında da tahkik diye anılır.

Aslında metnin orijinal halini tespite dönük bir inceleme olan metin tenkidi hadis terminolojisine ‘hadis tenkit yöntemi’ şeklinde geçerek bir anlam farklılaşmasına uğramıştır.

Metin tenkidi günümüz hadis edebiyatında kabaca ‘hadislerin, senette yer alan râvilerin güvenilirliğinin yanında (veya ötesinde) metnin muhtevasına göre değerlendirilmesi, buna göre muteber olup olmadığına karar verilmesi’ şeklinde anlaşılır.

Metin tenkidi tabirinin hadis metinlerini incelemenin adı olarak kullanılması Türkiye’de ilk olarak Zakir Kadiri Ugan, Arap dünyasında da Ahmet Emin tarafından başlatılmıştır. Bu isimlerin hadislerde metin tenkidi uygulamasına dair ortaya koydukları en temel gerekçe, muhaddislerin hadis rivayetlerini sadece senetler üzerinden kritik edip metin ve muhteva üzerinde durmadıkları yönündeki iddialarıdır.

Modern hadis söyleminde hayli rağbet gören bu iddia, birçok sahih hadis hakkında yersiz endişelere yol açmak bir yana, bir bütün olarak hadisler karşısındaki lakayt tavrı da beslemektedir.

Metin tenkitçiliğine göre bir hadis/rivayet senet bakımından ne kadar güvenilir olursa olsun, eğer metin tenkidi ölçeğinde geçer not alamamışsa muteber değildir.

Burada işin püf noktası metin tenkidinden ne anlaşıldığıdır. Çünkü metin tenkidi adıyla olmasa bile benzer uygulamalar tarihte hadis-fıkıh sahalarının otoritelerinde de görülmektedir. Özellikle fakihlerin metin tenkidini yöntem olarak kullandıklarını, birbiriyle çatışan rivayetler arasında tercihe giderken metne ait faktörleri veri olarak değerlendirdiklerini biliyoruz. Ancak fakihlerin ilgili uygulamalarıyla modern metin tenkitleri birbirine karıştırılmayacak kadar farklıdır.

Dolayısıyla yalın metin tenkidi tabiriyle vakit harcamak yerine metin tenkidiyle kimin ne kast ettiği, bir yöntem olarak onu nasıl kullandığına odaklanmalıdır.

Hadis, Fıkıh ve Kelam tarihinde otoritelerin zaman zaman adına metin tenkidi denebilecek uygulamaları olduğunu görüyoruz. Mesela metni muhal bir durum ihtiva ettiği gerekçesiyle hadisi almadıkları bilinmektedir. Muhal durum yargısına varmak bugün hayli basitleşmiş olsa da otoriteler nezdinde muhal durum açık, net ve kesin aklî yargılara taban tabana zıt durumdur. Akla aykırılık hususundaki zihin karışıklığını ‘Akıl zihniyet ikileminde din’ başlıklı yazımda ele almıştım. İlgi duyanlar oraya bakabilir.

İmam Şafii’nin Risale’deki şu sözleri metin tenkidi açısından önemlidir: ‘Hadis rivayetlerinin güvenilirliğini tespit hususunda umumiyetle râvilerin güvenilirliği esasına itimat edilir. Ancak bazı rivayetler bundan müstesnadır. Bu da râvi [aklen-tab'an] mümkün olmayan bir şey rivayet ederse ya da daha fazla güvenilir olan temel kıstaslara aykırı rivayette bulunursa bu durumda râvinin güvenilirliğiyle iktifa edilemez.’

Muhaddislerin senedi sahih de olsa bazı uydurma rivayetleri tespit etmeleri ya da aynı özelliklerdeki bazı rivayetlerde yer alan bir kısım hataları tespit etmeleri de ancak metin tenkidiyle mümkün olabilir. Mesela İmam Zehebî, ‘İnsanların en yalancıları dökümcüler ve boyacılardır’ rivayetini muhaddislerin sahih bir senede iliştirilmiş uydurma hadis olarak gördüklerini ifade ediyor. Sırf senede bakarak hadis kritik etmiş olsalardı bu rivayeti senedine itimaden sahih saymaları gerekirdir.

İmam Zehebî bir örnek daha veriyor: Muhammed b. Fadl el-Buharî el-Vaiz, Haşid b. Abdillah kanalıyla –sahih bir senetle gelen rivayete göre- Allah Resulü buyuruyor ki; ‘Hâmil-i Kuran’a gece ibadeti farzdır.’ İmam Zehebî bu rivayetin de asılsız olduğunu belirtiyor. Senedinin sahih olduğunu bildiği halde rivayeti asılsız bulması İmam Zehebî’nin yaptığının metin tenkidi olduğunu gösterir.

Hatip Bağdadî el-Kifaye’de, rivayetlerin kabul ve reddine dair muhaddislerin kriterlerini özetleyen güzel bir bölüm açmıştır. Keza günümüz hadis araştırmacılarından Mustafa Azamî’nin Menhecü’n-nakd ınde’l-muhaddisin adlı eserinde de ilgililer konu hakkında doyurucu bilgiler bulabilirler.

Zikrettiğim işbu metin tenkidi örnekleri, sağlam mesnetlere dayalı, izah edilebilir, Kuran, Sünnet ve selef tecrübesinde örnekleri bulunan makul, yerinde ve zorunlu uygulamalardır. Bu ölçülerde bir metin tenkidi hadis karşıtlığına hizmet etmeyeceği gibi hadis karşısında lakayt tutuma da yol açmaz. İslamî ilimler tarihinde hadis karşıtlığı söyleminin prim yapmamış olması bile bunun başlı başına şahididir.

Ancak modern metin tenkidi örneklerine bakılacak olursa tenkidin git gide spekülasyona dönüştüğünü söyleyebiliriz. Mesela oryantalistlerin metin tenkidi uygulamalarını özetleyecek en iyi kelime fecaat olsa gerek. Bu bağlamda Goldziher, Wensink, Schacht gibi oryantalistlerin son derece naif ve tarafgir yargıları da sözümona metin tenkidi adınadır.

Wensink mesela meşhur ‘İslam beş esas üzerine kurulmuştur’ hadisinin sonradan uydurulduğunu iddia ediyor. Efendimiz zamanında müslümanların imana girmek isteyenler için böyle formülleri olmadığını, ilk olarak Şam fetihlerinden sonra Hristiyanlıkta görüp kelime-i kelime-i şehadet formülünü geliştirdiklerini ileri sürüyor.

Wensink, Asr-ı saadetin başlarından itibaren kılınan namazlarda tahiyyatta geçen şehadet cümlelerinden ya haberi olmamış ya da İslam’ı Hristiyanlığa tabi kılma hayaline kendisini fena kaptırdığından bunu hesaba katmayı akıl edecek kadar serinkanlı olamamış. Keza henüz Şam toprakları fethedilmeden çok önce Medine’de ilk yıllardan itibaren okunmakta olan ezandaki şehadet cümlelerini de gözden kaçırmış olsa gerek.

Günümüze gelirsek hadis karşıtları olarak bilinen çevrelerin şefaat hadislerini reddederken Allah’ın adaleti gerekçesiyle yaptıkları itirazların adı kendilerine sorarsanız metin tenkididir. Keza Allah’ın adaleti gerekçesiyle onlarca kader hadisine yöneltilen itiraz da metin tenkidiyle izah edilmektedir.

Burada metin tenkidi, muhal bir durum arz etmesi ya da daha açık ve kesin dinî kıstaslara ters düşmesi gibi gerekçelerle belli bir hadisin muteber sayılmamasını iktiza eden bir teknik yöntemden çok, bütün bütün hadis karşıtlığının bahanesine dönüştürülmüş durumda. Konuyla ilgili belki onlarca hadisin, açıkça ters düştükleri bir Kuran ayeti ya da mütevatir veya meşhur bir hadis olmaksızın sırf ‘Allah’ın adaleti’ gibi içini herkesin farklı biçimde doldurduğu soyut bir söylem adına reddedilmesi metin tenkidiyle izah edilebilecek bir tutum değil.

Öyle zannediyorum ki, bugüne kadar sahih olduğu bilinen hadisler karşısında metin tenkidine başvurmadan önce mutlaka yapmamız gereken şu muhasebeyi ihmal ediyoruz: Efendimiz gerçekten böyle bir söz söylemiş olamaz mı? Üstelik bir değil, birçok hadis var karşımda. Hiçbiri mi gerçek değil? Senetlerinde sahabeden itibaren bunca râvinin adı geçiyor. Kaynaklar bunların güvenilir kimseler olduğunu söylüyor. Buna rağmen yalan söylediklerini hangi somut gerekçeye dayanarak iddia ediyorum? Evet, yanlış anlamış olabilirler, ama hepsinin birden yanlış anladığını nasıl düşünebiliyorum? Ya ben yanlış düşünüyorsam, ya benim doğru sandığım fikirler, söylemler yanlışsa? En az bu hadisleri eleştirdiğim kadar kendi doğrularımı da eleştirmem, sahici bir sorgudan geçirmem gerekmiyor mu?

 


[1] Muhammed Abduh, Tefsîru’l-Menâr, VI, 409

[2] Muhammed İkbal, İslam Düşüncesi, 77-8

--------------------------------------------------------------------

 

---------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bazı Yazar ve Derneklerden Referandum açıklaması!
"Bazı Dâvetçi Mülümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama" başlığıyla yayınlanan metinde, çeyrek asırdır birçok Müslümanın ve tevhidî uyanış öbeğinin savrulmasına yol açan uzlaşma ve sisteme entegrasyon riskinin, bu referandum vesilesiyle artık Müslümanların kapısına kadar dayandığı belirtilerek, giderek daha güçlü esen demokratikleşme rüzgârına karşı İslami kimlik ve ilkelerde sebatkâr olunması çağrısında bulunuldu.
İşte bir grup yazar ve İslami kuruluş temsilcisinin kamuoyuna yaptığı referandum açıklamasının tam metni:
Bazı Dâvetçi Müslümanlardan Referanduma Dair Zaruri Açıklama
 
Gündemin, şirk sistemi içinde görece özgürleştirme amaçlı kısmî anayasa değişikliklerine kilitlendiği ve neredeyse bütün toplum kesimlerinin bu değişikliklere verilecek oyun rengini tartıştığı bir konjonktürden geçmekteyiz. Çeyrek asırdırbirçok Müslümanın ve tevhidî uyanış öbeğinin savrulmasına yol açan uzlaşma ve sisteme entegrasyon riski, bu referandum vesilesiyle artık kapımıza kadar gelip dayanmış bulunuyor. Giderek daha güçlü esen demokratikleşme rüzgârı, bütün bu süreçlerde savrulmadan ayakta kalabilen tevhidî kesimi de sarsmaya başladı.
 
Bu gidişin, bizi cahiliye toplumunu ve sistemini Kur’an’la kökten değiştirme hedefimizden uzaklaştırarak, sistem içi değişimlere eklemleme riski taşıdığına ve toplumun tevhidî dönüşümünü ve sistemi değiştirmeyi hedefleyen inkılâbî ruhu yok edeceğine dikkat çekiyoruz. Sonuçta bu gidişin, tâğutî sistem, onun şirk anayasası ve kurumları ile ilişkide zaaflara yol açacağını, onlara gönüllü itaati ve uzlaşmayı reddeden, onlardan berâetini ilan edip uzaklaşmayı zorunlu kılan akîdevî ilkeleri flulaştıracağını hatırlatıyoruz. Bireysel ve toplumsal hayatın bütün alanlarında itaati ve kulluğu sadece Allah’a tahsis eden tevhidî duruşu zedeleyeceğini, Kur’anî daveti gölgeleyeceğini, Kur’an’la hayatı ve toplumu yeniden inşa etmeyi hedefleyen devrimci bilinci yok edecek eğilimlerin yaygınlaşmasına yol açacağını fark etmeye çağırıyoruz.
 
Bizler, bu ülkede tevhidî davet ve vahye şahidlik sorumluluğunu taşıyan davetçi Müslümanlar olarak, tevhid, adalet ve temel haklar mücadelemizi, tavizsiz ve uzlaşmasız bir ilkeli tutumla ve itaati sadece Allah’a tahsis ederek sürdürmemiz gerektiğine inanmaktayız. Toplumu tevhidî ölçülerle dönüştürmeyi amaçlayan, davet, şahidlik ve eğitime dayalı İslâmî inşa mücadelemizi, Kur’an’ın belirleyiciliğinde, Resulullah’ın (s) mücadele sünneti ve ilk Kur’an neslinin örnekliği çerçevesinde ortaya konmuş bulunan yoldaki işaretleri takip ederek sürdürmek imanî sorumluluğumuzdur.
 
İşte böyle riskli bir süreçte, tevhidî duruşun temel ilkelerini hatırlatıp, Kur’an ve sünnet ölçüleri içinde tekrar düşünmeye vesile olmak amacıyla bu açıklamayı yapmak zaruretini duymuş bulunuyoruz.
 
Bu temel duyarlılıkla, anayasa ve referandum konusundaki yaklaşımımızı açıklamak istiyoruz:
 
1 – Bizler, tağutları reddedip sadece Allah’a ibadet/itaat etmek üzere yaratılmanın bilincinde olan ve hayatı vahiyle inşa etme sorumluluğunu taşıyan Müslümanlar olarak, Kur’an’ın belirlediği perspektifle olayları değerlendirmek durumundayız.Tevhidi bakış açımızla, ilahi vahye dayanmayan, heva ve zan ürünü hiçbir yasa ve anayasayı meşru saymadığımızı, ilahi vahyi esas almayan hiçbir anayasanın, kısmen ya da tamamen yapıcısı konumunda bulunamayacağımızı beyan ediyoruz. İlahi vahyi dışlayarak ve Allah’a rağmen icra edilen seküler yasa yapıcılık işlevine, aktif olarak katılmanın meşru olmadığına inanıyoruz.Tevhidî mücadele yönteminin Mekke’de ilk Kur’an neslince ortaya konan örnekliğinde de, şirk sisteminden tam anlamıyla berâetin, uzlaşmazlığın ve itaatsizliğin esas alındığını unutmamalıyız. Bizimle mukayese bile edilmeyecek çok zor şartlar altında bulundukları halde, Resulullah’a yapılan devlet başkanlığı tekliflerinin bile hepimizi bağlayan muhteşem bir örneklik sergilenerek reddedilişi ve hiçbir şartta şirk sistemiyle uzlaşmaya yanaşılmaması üzerinde yeniden düşünmeye çağırıyoruz.
 
2 – Bugün geçerli olan anayasa, “neredeyse bütün maddelerine seküler, ulusalcı, Kemalist resmi ideoloji sinmiş, devletin niteliğini; “Atatürk milliyetçiliğine bağlı” ve “başlangıçta belirtilen temel ilkelere (Atatürk ilke ve inkılaplarına) dayanan”, “laik”, “demokratik”, “sosyal” bir “hukuk” devleti olarak belirlemiş ve bu durum  “değişmez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” kaydıyla mutlaklaştırılmış tâğutî bir anayasa hüviyetindedir. Bu Anayasa, başlangıç bölümünde “laiklik ilkesinin gereği olarak kutsal din duygularının, devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılamayacağı”nı, 24. maddesinde ise, kimsenin “Devletin sosyal, ekonomik, siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de olsa, din kurallarına dayandırma…” amacı güdemeyeceğini hükme bağlamış, İlâhî vahye dayalı anayasa ve yasa yapmayı reddedip suç saymış ve İslâmî hayat tarzını dışlamış olan şirke dayalı bir anayasadır. Bu sebeple, Müslümanlar olarak mevcut anayasayı da, onun şirke dayalı niteliğini koruyarak ve İlâhî vahye düşman hükümlerini muhafaza ederek yapılan kısmî değişikliği de meşru görmemiz, oyumuzla destekleyip sahiplenmemiz mümkün değildir.
 
3 – Referanduma sunulan değişiklik, bu anayasanın vahye aykırı, hatta karşıt olma niteliğini koruyarak, var olan oligarşik bürokratik despotizmi çok kısmî bir biçimde geriletmeye kapı aralama ile bazı hak ve özgürlükler alanında cüz’i değişiklikler yapmayı hedefleyen birkaç düzenlemeden ibarettir. Sonuçta, yapılan bu değişiklikler mevcut anayasanın içine monte edilecek ve daha önce var olan İslâm karşıtı maddelerle birlikte işlev görecektir. Mesela değişiklik paketinde yer alan maddelerle, egemen şirk sisteminin ilahlaştırılan kurumlarından olan Anayasa Mahkemesi ile HSYK, üye yapısı ve üye seçimi değiştirilerek yeniden yapılandırılmaktadır. Halkın “evet” ya da “hayır” oyları vermek suretiyle icra edeceği teşrî’ ile yeniden kurulan bu kurumlar, Allah’ın hükümleriyle değil, İslâm karşıtı laik ve Kemalist anayasa ve yasalarla hükmetmeye devam edeceklerdir. Kimi Müslümanların da oylarıyla onaylanan ve yeniden yapılandırılan AYM, çıkarılacak yasaları, mevcut İslâm karşıtı laik ve Kemalist anayasaya uygunluk açısından denetleyecektir.
 
4 – Sivillerin ve halkın tamamının yaptığı bir anayasa bile olsa ve özgürlüklerin önünü bugünkü değişiklikten de daha fazla açsa, temel haklara daha fazla riayet etse, yine de biz İlâhî vahyi esas almayan bir anayasaya oy veremeyiz. Gasp edilmiş bütün haklarımızı iade eden ve halkın sivil iradesinin ürünü olan liberal, demokratik, özgürlükçü laik bir sivil anayasa hazırlandığında da evet oyu verip desteklemeyi doğru bulmuyoruz. Allah’ın iradesini, anayasa ve yasa yaparken teslim olunması gereken nihai otorite olarak kabul etmeyen hiçbir anayasa düzenlemesini meşru göremeyiz ve asla oy vererek şirke dayalı teşrî’ye iştirak edemeyiz. Çünkü, ne kadar özgürlükçü olursa olsun, cahiliye toplumu tarafından, İlâhî vahyi dışlayarak hazırlanan sivil anayasalar da sonuçta, bilmeyenlerin hevasının ürünü seküler tâğutî anayasalardır. İster kısmî değişiklik, isterse bütüncül şekilde yeniden anayasa yapma olsun fark etmez.
 
Biz Müslümanlar, Allah’ın tüm kullarına tanıdığı temel hakların en mütekâmil güvencesi olacak ve tüm insanların, halkların imtihan dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirme imkânı bulabilecekleri adalet ve hukuk ortamını sağlayacak olan İlâhi vahye dayalıİslâm anayasasınısavunuyoruz. Şiddete dayanmayan, merhameti, adaleti ve herkesin cennete gitmesi için çırpınışı temsil eden tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımız sonucunda Kur’an’la toplumsal inkılabı hedefleyen tevhidî daveti temsil ediyoruz. Bilmeliyiz ki, ya Allah’ın vahyi, Kur’an’ın hükümleri ölçü alınarak meşru bir anayasa yapılacak ya da bunun dışında bilmeyenlerin heva ve zannının ürünü bütün anayasalar ne kadar özgürlükçü olurlarsa olsunlar tâğutî olmaktan kurtulamayacaklardır. Müslüman için, yasaları ve anayasaları yaparken, hukuku, hakları belirlerken; vazettiği hudut, ölçü, emir ve istekleri mutlak anlamda esas alınıpbelirleyici kılınması gereken nihai otorite ve nihai hüküm sahibi sadece Allah’tır.
 
5 – Bugün içinde yaşadığımız toplum İslâmî bir toplum hüviyetinde değildir ve bu sebeple de güç laik kesimlerdedir. Bu yüzden, laik anayasalarını onlar yapacaklar ve bizim de Rabbimizce lütfedilen fıtri, insani temel haklarımızı güvence altına almak sorumluluğunu taşıyacaklardır. İslâmî sistemde gayrimüslimlere tanınan bütün hak ve özgürlükleri, onların da laik sistemlerinde bize tanımalarını isteyebiliriz. Ancak bu konuda yapılacak görece olumlu değişiklikler hatırına laik anayasalarının yapılmasına iştirak edemeyiz. Bizim tevhidî davetimize toplum icabet eder ve özündekini değiştirirse, o zaman İslâm toplumu oluşacak ve Allah da toplumun siyasi durumunu değiştirecektir. Bu durumdaİslâmî toplum, yapacağı İlâhî vahye uygun anayasada, Müslüman olmayan tüm kesimlerin, hepsinin de Rabbi olan Allah’ın lütfettiği temel haklarını tek taraflı olarak tanıyıp güvence altına alacaktır.
 
6 – Bizler, Kur’an’la toplumsal dönüşümü hedefleyen tevhidî davetçiler olarak, referandumda ortaya çıkan, zulumatın/karanlıkların “hayır ve boykot” çizgisindeki koyu tonlarından da, “evet” çizgisindeki görece özgürlükçü gri tonlarından da çok ilerdeki bir konumu, Kur’an’ın aydınlığını temsil sorumluluğunu taşımakta ve insanları bu aydınlığa davet etmekteyiz. Sistem içindeki değişim mücadelesinde, değişime karşı çıkan statükonun “hayır”cı zalim temsilcileriyle, görece özgürlükçü kesimlerini aynı kefeye koymasak da, bizatihi şirk anayasasını fiilen yapmaya katılamayız. Sistem içi görece özgürleşmeyi temsil eden “evet” oylarının fazla çıkmasını, zalim statükonun sürmesini, darbe anayasasının devamını temsil eden “hayır” oylarına galip gelmesini halk açısından sistem içi görece olumluluk olarak değerlendirmekteyiz. Bu durumu, tevhidî bilinçten yoksun halkın görece adalet ve özgürlük arayışı olarak değerlendirmekle beraber, İlâhî vahyi dışlayan bir yöntemle söz konusu değişimi yasalaştırmayı sistem içi değişimcilere bırakmalıyız. Çünkü tevhid davetçileri olarak bizler, görece özgürlük arayışıyla zulümatın/karanlıkların (şirkin) koyu tonlarından kaçarak gri tonlarına gelen bu iyi niyetli kitleleri, hakka dayalı adaleti ve gerçek özgürlüğü bulacakları Allah’a teslimiyete (tevhide) ve Kur’an’ın aydınlığına çağırma konumundayız. İşte bu özgün konumumuzu ve tevhidî çağrımızı her şartta koruyarak, her vesileyle bir daha gündemleştirmeye çalışmalıyız.
 
7 – Egemen zalim sistemin darbe anayasasında kısmî bir değişiklikle despotizme çok cüz’i de olsa geri adım attırarak, sistemi görece özgürlükçü gri bir kulvara taşımak isteyen değişiklik çabalarına bile karşı çıkıp “hayır” kampanyası yapanlar, ne pahasına olursa olsun statükoyu sürdürmek isteyen zalimlerdir. Sistemi benimseyip de sistem içi değişime “hayır” diyenler, temel hak ve özgürlükleri yok eden ve oligarşik kurumları, bürokratik zorba kadroları halk iradesine egemen kılan despot darbe anayasasını ısrarla sürdürmek isteyenlerdir. Ergenekonvari derin devlet çeteleri, faili meçhulcüler, işkenceciler ve derin devlet katilleri ile statükonun ve resmi ideolojinin bağnaz savunucusu olan, asker ve yargı bürokratlarının halk iradesi üzerindeki vesayetinin devamından çıkar uman siyasi partilerdir. “Boykotçu”lar ise, “hayır”cılar gibi laik seküler tâğutî sistemden yana oldukları halde, yapılan değişiklikte kendi talepleri dikkate alınmadığı için sandığa gitmeme çağrısı yapanlardır. Şirk anayasasında görece özgürleşmeyi ve despotizmi kısmen geriletmeyi isteyen sistem içi değişimciler ise “evet” çağrısı yapmaktadırlar.
 
“Hayır”cıların bu derece kötü bir konumu ve despotizmin, zulmün devamını, halka ve değerlerine ihaneti temsil etmelerinden, değişikliğin de görece bir özgürleşmeyi temsil ediyor olmasından etkilenerek, tevhid davetçilerinin de “evet”çi safa eklemlenmesi doğru değildir. Bizler Kur’an davetçileri ve vahyin şahidleri olma sorumluluğunu omuzlarında taşıyan muvahhidler olarak, mevcut anayasasının şirke dayalı niteliğini koruyan ve İlâhî vahyi esas almayan değişikliğe “hayır” ya da “evet” oyu vererek teşrîî işlev görmeye, yani yasa yapmaya iştirak edemeyiz. Aksi bir tutum, temel tevhidî ilkelere aykırı olmanın yanında, tebliğin muhatabı olan halka daha sonraki süreçte tevhidî daveti götürmede zaaflı ve tutarsız bir duruma düşülmesine de yol açar.
 
8 – Bizler, Kur’an’ın karanlıklardan aydınlığa, sömürü ve zulümden adalete ulaştıracak ve âhirette kurtuluşa taşıyacak mesajının belirlediği özgün, örnek konumda bulunmak sorumluluğunu taşımaktayız. Cahiliye inanç, ideoloji ve sisteminden berâetimizi ilan ederek, Resulullah’ın ve eğittiği ilk neslin örnekliğinde çağımızın Kur’an toplumunu oluşturmayı ve bu tevhidî ümmet nüvesinin öncülüğünde ümmeti vahiy ölçüleriyle yeniden inşa etmeyi ve İslâmî adalet sistemini kurmayı temsil bilinciyle hareket etmeliyiz.
 
İşte bu tespit ve hatırlatmalarımızın ışığında, bütün tevhidî uyanış öbeklerini ve başta öncü İslâmî şahsiyetler olmak üzere bütün davetçi Müslümanları, özgün İslâmî konumumuzu terk edip sistem içi değişime eklemlenme riskinden korunmaya, taktik ve konjonktürel tutumlarla tevhidî stratejik yürüyüşümüze zarar vermemeye çağırıyoruz. Tâğutları reddetmek, Allah’ın hükmüyle hükmetmek gibi vahyî ölçüleri, tevhidî ilkeleri ve halkın, ezilenlerin kurtuluşu için tek alternatif olma anlayışını ve bununla tutarlılık arz eden özgün konumu her şartta korumaya çağırıyoruz. En şerefli görev olan tevhidî davetle yetinmeye ve Kur’an davetçiliği kimliğimizi gölgeleyecek olan, sistem içine ve sistem içi değişime dair davetlerden uzak durmaya çağırıyoruz.
 
 
Ahmed KALKAN (Basiret Dergisi)
Ahmet Turgut ULUCAK (Vuslat Dergisi)
Ahya ARAS (İktibas Dergisi)
Ali KAÇAR (Genç Birikim Dergisi)
Ali YACEL (KALEM-DER)
Bülent KOCA (İLKAV)
A.Burak BİRCAN (İktibas Dergisi)
Coşkun UZUN (İslami Düşünce Enstitüsü)
Faruk KÖSE  (Yazar)
Ferid AYDIN (Yazar)
Hakan AKSU (HAY-DER)
Halim YAZICI (Endülüs Derneği)
Hamza ER (Basiret Dergisi)
Harun ÜNAL (Basiret Dergisi)
Hüseyin ALAN (ÖZGÜN-DER)
Mehmet PAMAK (İLKAV)
Mevlüt AKBAL (BİRNESİL-DER)
Murat KURTULDU (Kur`an Nesli Dergisi Yazarı)
Mustafa TERZİOĞLU (Asır Derneği)
Necmettin IRMAK (İnsan Eğitim Derneği)
Ömer EKŞİ (Gençlik Derneği)
Rukneddin USTA (HAK-DER)
Sabiha Ateş ALPAT (ZEYNEP-DER)
Şükrü HÜSEYİNOĞLU (Kur’an Nesli Kültür Merkezi)
 
http://www.ozgundurus.com
http://www.islamiyontem.net/index.php?option=com_content&view=article&id=71&Itemid=93
-------------------------------------------------------------------------------------------------------

Demokrasi bir dindir
Mehmed Durmuş
Din Nedir?

Din’in yüzlerce tanımı yapılmıştır. Din genel olarak ceza, mükâfat, hüküm, hesap, itaat, teslimiyet, hizmet, ibadet, üstün gelme, hâkimiyet, zelil kılma, zorlama, âdet, yol, kanun, şeriat, millet, mezhep gibi kelimelerle tarif edilmiştir.[1]
Arapça din kelimesi, birini kahredip egemenliği altına almak, itaat ettirmek anlamına gelir.[2] ‘borç’ anlamındaki kökten türediği zannedilmektedir. Din, taat ve ceza anlamına gelir. Deyyân, boyun eğdiren demektir. Bunun dışında din, borç, ceza ve mükâfat, hesap, taat, âdet gibi anlamlara gelmektedir.[3]
Dinler tarihçilerinin tanımı biraz daha farklıdır. Onlardan kimileri dini, “kutsalın tecrübesi”;[4] “insanın kutsal saydığı şeylerle olan ilişkisi” ve “ruhî varlıklara inanç”[5] olarak tanımlamışlar; kimileri de, “mutlak itaat duygusu” (Schleiermacher); “melekelerimizin serbest olarak kullanılmasını engelleyen yasaklar bütünü” (Salmon Reinach); “inançlar, davranışlar ve sosyal hayatın muayyen şartlarına göre oluşturulmuş kurumlar sistemi” (Witold Tyloch)[6] diye tanımlamışlardır.
Abdurrahman Küçük ve Günay Tümer ‘genel olarak din’i şöyle tanımlamaktadırlar: “İnanış ve davranış şekilleriyle, insanlararası ilişkileri düzenleyen ve insanların iyi işler yapmasını, barış ve huzur içinde, bir arada yaşamasını sağlayan genel kurallar bütünüdür.”[7]
Muhammed İkbal’e göre din, tefekkür (sırf düşünce) ile amelin birlikteliği, insan-ı kâmil’in ifadesidir.[8]
Bu tanımlarda din’in iki özelliği öne çıkmaktadır: kutsalla ilişki ve hayatın düzenlenmesi. Fakat eğer dini, kutsalın tecrübesi (hüküm ve ceza ya da mükâfat için insana gösterilen iki yol) gibi ele alırsak, Budizm gibi, tapılacak ‘üstün bir varlık’ı olmayan, sadece insanın benliğini feda etmeyi öngören dinleri ‘din’ sayamayız.[9] Buradan, Amiran K. Bilgiseven’in işaret ettiği gibi, dinin her bir tanımının diğerinden belki daha da sorunlu olduğu gerçeğine ulaşıyoruz. Fakat en azından, dinin ‘dünya kurmak’ özelliğini[10] göz ardı etmemek gerekmektedir.
Din şu şekilde de tanımlanmıştır:
1.“Geniş anlamda, yaşam biçimi; hayatın nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bütünü.” 2. “Dar anlamda evrendeki düzeni ve hayatı ancak yaratıcı bir tanrının varlığı ile anlamlandırarak insanlığı kurtuluşa davet eden çağrılardan her biri. İnsanlar tarafından konulan ilkeler çerçevesinde oluşturulan dine beşerî din; ilkeleri vahiy yoluyla peygamberler tarafından insanlara iletilen dine de semavî din denir. Bu çerçevede Mecusilik beşerî dinlere, İslam ise semavi dinlere birer örnek olarak verilebilir.”[11]
Bu tanımdaki “yaşam biçimi” ifadesine bilhassa rikkat edilmelidir. Bir de, demek ki din sadece ilahi olmamakta, beşeri dinlerden de bahsedilmektedir. Çünkü her ikisi de bir yaşam biçimi sunmakta, insanı mutlu etmeyi hedeflemektedir.
İlah-Din İlişkisi
Din’in sadece kutsal bir varlık karşısında duyulan acziyet ve tapınma biçimi olmadığını anlamak için, ilah kelimesine bakmakta yarar vardır. İlah demek, ihtiyaçları gideren, amelin karşılığını veren, sükûnet bahşeden, yüceliği ve hükmü altına alıp koruyan; kendisinden hem korkulan, hem de iştiyak ve sevgi duyulan, sırlı bir varlık demektir.[12] Birisini ilah edinmek, ona ibadet (itaat ve kulluk) etmek demektir.[13] Ulûhiyetin aslı otoritedir. Bu otoritenin bu âlemde tabiat kanunlarına teşmil edilmesiyle, dünya hayatına teşmil edilmesi, (emrinin itaati ve boyun eğmeyi gerektirdiğinin kabulü) arasında fark yoktur.[14]
“Lâ ilahe illallah” sözü, Allah’tan başka sair ilahları yadsımakta fakat aslında bu söz, Allah'ın dışında çok fazla (belki de yığınlarca) ilah olduğunu, daha doğrusu insanların tasavvurlarının böyle olduğunu teslim etmektedir. Elbette sonuç itibariyle o ilah statüsüne konulanlar, gerçek ilah değildirler. Gerçek ilah sadece Allah’tır. Bu durumda şu soru akla gelmektedir: O halde Kur’an, ilah kelimesini neden sadece Allah'a tahsis etmedi de, başka varlıklar için de kullandı? Çünkü bir realite olarak insanlar Allah’tan başkalarını, itaat edilmeye layık otoriteler ediniyorlar da ondan.
Din kavramını da ilah kavramına benzetebiliriz. İslam'ın dışında birçok din vardır ama bunların hiçbiri Allah katında makbul değildir. Çünkü Allah katında makbul Din yalnızca İslam’dır. (3/Âl-i İmran, 19). Bunun anlamı şudur: Allah'a göre bir tek doğru sistem, insan için bir tek doğru hayat tarzı vardır.[15] Bir tek İslam, insan şeref ve haysiyetine uygun, insanı felaha erdirecek bir Din’dir. Allah katında geçerli Din’in sadece İslam olduğu, İslam dışındaki dinlerin hükümsüz olduğu ve İslam dışında din arayanların bu arayışlarının (öyle bir ‘din’ bulsalar da, bulmasalar da) kabul edilmeyeceği (3/Âl-i İmran, 85) beyanı, İslam dışında, -tıpkı ilah gibi- birtakım ‘din’lerin var olduğu gerçeğini değiştirmemektedir. Kısacası, İslam'dan başka hayat tarzlarına da Kur’an ‘din’ tesmiye etmektedir. Zaten ‘din’, hâkim otoriteye itaati simgeleyen ‘hayat tarzı’ ve ‘yaşam biçimi’ anlamına da gelmektedir.[16]
Mevdudi din terimini, “bir insanın başkaları üzerinde kendisine otorite ve yetki vehmederek, onların hayatlarını tanzim etmeye kalkışmak istemesi” olarak açıklamaktadır.[17] Demokrasinin egemen olduğu toplumlarda da böyle bir ‘tanzim’ söz konusudur.
Bazı bilim insanları, kültürel sistemleri din kabul ettiğimiz takdirde putperestlikle İslam'ı aynı kefeye koymuş olmaktan endişe etmektedirler.[18] Bu endişe yersizdir çünkü Allah’tan başka ilah yoktur derken, nasıl ki Allah diğer ilahlarla aynı kefeye konmamaktaysa, kültürel/siyasî bir sistemi din kabul ettiğimizde de İslam'ı onunla aynı kefeye koymuş olmayız. İslam’la diğer ideolojileri karşılaştırmalı olarak inceleyen ve İslam'ın yüceliğini ortaya koymak isteyen bir müellif, İslam'ı ideolojiler seviyesine indirmiş kabul edilemez. İslam'dan başka Din olmadığını ifade edebilmemiz için de, diğer dinlerin ‘var’lığına işaret etmemiz gerekmektedir.
‘Hak Din’ ve Batıl Dinler
Kur’an nazarında genel olarak iki din vardır: hak din ve batıl dinler. ‘Hak din’ (Dînu’l-Hak)’ın, Allah'ın bütün nebilere irsal buyurduğu İslam[19] olduğunda (9/Tevbe, 29, 33; 48/Fetih, 28; 61/Saf, 9) hiç kuşku yoktur. Allah, Rasulü’nü, diğer bütün dinlerden üstün kılmak için hidayetle ve hak din ile görevlendirmiştir. (48/Fetih, 28). Bu ayette hem ‘hak din’ (‘hak din’ ya da ‘Hak’kın dini’[20] ) tanımı, batıl dinler ayrımını akla getirmekte, İslam'ın dışındaki dinlerin batıl olduğu anlamı ortaya çıkmaktadır; hem de, “İslam'ı bütün öteki dinlere galebe ettirmek üzere” (li-yuzhirahû alâ ed-dîn) ifadesiyle, İslam'ın dışındaki bütün yaşam tarzlarını ‘din’ sınıfına koymuş olmaktadır. Bununla, müşrik Arapların dinleri ve ehli kitabın inkârcılarının dinleri gibi, din cinsinden olan -ve İslam'a muhalif[21] - her şeyi kastetmektedir.[22] Arabistan’ın ümmî (kitapsız/müşrik) Araplarının şirk esasına dayalı inanç ve fikirleri buna göre ‘din’ sayılmaktadır. Zaten Fetih suresi Hudeybiye antlaşmasını konu edinen ve Mekke’nin fethini müjdeleyen bir suredir. Dolayısıyla bu ayetteki ‘diğer bütün dinler’le kastedilen yaşam biçimlerinin ilk başında, müşrik Arapların dinlerinin olması evladır. “Her çeşit türden dinlerden kasıt din hüviyeti taşıyan bütün dünya nizam ve düzenleridir.”[23]
İslam’ın bulunduğu yerde, diğer dinlerin geçerliliğinin olmaması icap eder. “Diğer bir deyişle, Peygamber bu dini, batıl bir din hayata hükmetsin ve onun hâkimiyeti altında, sıkıntı içinde, yaşamasına müsaade ettiği ölçüde yaşasın diye değil, tam tersine bu hak din hayatın tek ve hâkim dini olsun, diğer dinlerin devam edip yaşamaları da onun müsaade sınırlarında olsun diye getirdi.”[24]
Saf suresinde de benzer şekilde buyrulmaktadır: “Müşrikler istemeseler de, dinini bütün dinlere üstün kılmak için Rasulü’nü hidayet ve hak din ile gönderen O’dur.” (61/Saf, 9). Bu ayette İslam’ın, müşriklerin arzuları hilafına da olsa, bütün dinlere galebe çalacağı müjdelenmek suretiyle, müşriklerin dinleri İslam'dan gayrı (batıl) dinler kategorisine dâhil edilmektedir. Müşriklerin dininin belli başlı özelliği, hem Allah'a hem de başka ilahlara ibadet etmeleridir.[25] Bir başka anlatımla ‘şirk dini’, yine İslam’ın itikad esasları üzerinden ayrı bir ‘din’ hüviyeti kazanmaktadır.
Tevbe suresinin 29. ayetinde Hak dini din edinmeyenlerle savaşmaları müminlere emredilmiştir. (9/Tevbe, 29). Bu ayetten birkaç ayet sonra, Fetih suresi, 28. ayetteki ilahi müjde yinelenmekte ve bir kere daha, İslam’ın bütün dinlere üstün kılınacağı müjdelenmektedir. (9/Tevbe, 33). Peygamber'in misyonu, Allah katından getirmiş olduğu İslam’ı, diğer hayat tarzı ve sistemler üzerine hâkim kılmaktır.
Bunun dışında, “ed-Dînu’l-Halis” (39/Zümer, 3) ve “ed-Dînu’l-Kayyım” (9/Tevbe, 36) gibi terkipler, halis olmayan ve kayyım olmayan din’lerin varlığına delalet etmektedir. Bunlar da, ehli kitabın muharref dinî inanışları ve şirk dinleri gibi inanç ve yaşam biçimleridir.
Kur’an’da, “Allah'ın dini’nden başkasını mı istiyorlar?” (3/Âl-i İmran, 83) sorusu zımnen, İslam’ın dışındaki yaşam biçimlerinin din olarak adlandırıldığını gösterir. Bu soru da nihayetinde, cahiliye Araplarının, kendi hayat tarzlarını İslam'a tercih ettiklerini doğrular. Onların hayat tarzları (bâtıl din) ise “yalan bir İslam” yani yalan bir teslimiyetten[26] başkası değildi.
Kafirûn Suresi ve Din
Bilindiği üzere İslam ile küfür, Müslüman’la kâfir, Allah'a ibadetle diğer ilahlara ibadetin arasını en keskin ve en fasih bir biçimde tefrik eden Kur’an pasajı Kafirûn suresidir. Surenin sonunda bir ültimatom niteliğinde kafirlere şöyle denmektedir: “Sizin dininiz size, benim dinim banadır!” (Lekum dînukum ve liye-dîn). Bu ayette Peygamber’in ağzından söyletilen “dîn” (dînî=dinim)in İslam olduğunda hiç kuşku yoktur. Fakat acaba “lekum dînukum”deki din hangi dindir? Kafirun suresi Mekke’de nazil olduğuna,[27] hitabın Mekke kâfirlerine yönelik olduğuna göre, kastedilen din de onların dini olmalıdır; yani müşriklerin şirk dini.
Muhammed Esed, bu suredeki ‘din’ teriminden hareketle din’in öncelikli anlamının itaat olduğunu belirtmekte ve özellikle de “bir kanuna veya manevi/ahlaki otorite ile donatılmış müesses -bundan dolayı da bağlayıcı- olarak algılanan kurallar sistemine, yani terimin en geniş anlamıyla ‘din’, ‘itikat’ ya da ‘dinî hukuk’a ya da sadece, 42:21, 95:7, 98:5, 107:1’de ve yukarıdaki örnekte de olduğu üzere ‘ahlakî değerler sistemi’ne itaat.”[28] anlamına geldiğini belirtmektedir.[29] Anlaşılacağı üzere Esed, “ahlakî değerler sistemine itaat”i de ‘din’ terimi kapsamına dâhil etmektedir.
Bütün bu izahlardan ortaya şöyle bir sonuç çıkmaktadır. Bir sistemin din sayılması için illa ki vahiy dini (İslam) gibi Allah ve gayb telakkisi, ahiret inancı, hukuk sistemi, ibadet ve ahlaki değerler sistemi; cami veya kilise benzeri mabedleri olmak zorunda değildir. Daha doğrusu bütün bunlar, biçim değiştirmiş olarak karşımıza çıkmaktadır. Şu kadarını söyleyebiliriz ki, demokraside tanrı artık, insandır. Her şey insan adına, insanın adıyla başlamaktadır. Para, eğlence, moda, defile ve alış-veriş merkezleri gibi mekânlar, demokrasinin mabedleridir. Bununla beraber, Mekke müşriklerinin Kâbe’ye sahiplenmesi misali, çağın şirk dini de mescidleri sahiplenebilmektedir.
Burada şöyle önemli bir itiraz ileri sürülebilir: Ama Arap müşriklerin kutsal telakkileri hiç yoktu denemez! Dolayısıyla dini, “kutsalın tecrübesi” olarak tanımlayan sosyolog ve dinler tarihçilerinin bu görüşleri yanlış değildir!
Bu itiraz yerindedir, müşrik Araplar ateist değildiler. Yaratıcı bir Allah inançları vardı. Fakat aslında Arapların tanrı inanışları tamamen kendi ‘din’lerine özgü, orijinal olmayıp, İbrahim Peygamber'in tebliğinden izler taşıyordu. Bugün demokrasiyi siyasal bir yönetim biçimi ve kültürel bir yaşam tarzı olarak benimseyen toplumların da hemen hiçbiri ateist olmayıp, bir Tanrı fikrine sahiptirler. Hem de ‘yaratıcı Allah’ inancını pek sevmektedirler(!) En azından demokrasi, böyle bir tanrı fikrine karşıt değildir. Bir Tanrı fikrini benimsememek, demokratik düşüncenin şartlarından değildir. Hatta tanrı fikri demokratik siyasal düzenlerde işlevseldir; toplumların yönetimini kolaylaştırmaktadır…
Demokrasi Bir Hayat Tarzıdır
Demokrasi salt bir yönetim biçimi olmayıp, aynı zamanda bir zihniyet, bir dünya görüşü ve hayat tarzıdır.[30] Çünkü demokrasi, iyi ile kötü, güzelle çirkin, ahlakî ile ahlak dışının tayinini insana vermiştir. İnsan hayatına hükmedecek bütün değer yargılarının kaynağı demokrasilerde insandır. Bununla beraber, vahye müstenit Din(ler)den birtakım inançlar almak, hâkimiyeti “göklerde ve yeryüzünde” diye ikiye ayırmak veya daha genel bir ifadeyle, demokratik ve İslamî yaşam tarzını telif etmek, demokrasiye aykırı değildir. Çünkü demokrasi pragmatizmle barışıktır.
Demokraside değerlerin ve zihniyetin temelinde beşer aklı bulunduğu için, her türlü değer yargısı sonuçta insan aklına, daha doğru bir ifadeyle insanın heva ve hevesine yaslanacaktır. Bir ideoloji, -hele de bilinçli bir şekilde- vahiyden kaçırıldığı sürece, heva ve hevesin ta kendisidir. Kur’an işte bunu, “hevayı ilah edinmek” olarak adlandırmaktadır. (25/Furkan, 43; 45/Casiye, 23). İnsan durup dururken sırf öyle olsun diye hevasını ilah edinmez. Heva, insanın ham hayalleridir, terbiye edilmemiş zevkleridir, ıslah edilmemiş arzularıdır. Bu arzuları, zevkleri, hevesleri Allah'ın rızasına göre terbiye etmek İslam; insanın tamamen keyfine (hayvani ihtiyaçlarına göre) tatmin etmek ise hevayı ilah edinmek (küfür) olacaktır. Hevasına uyanı da Kur’an ‘en sapık’ olarak tanımlamaktadır. (28/Kasas, 50).
İnsanın hevasını ilah edinmesi, arzuların belirleyiciliğine işarettir. İnsan vahyi, hayatının sınırlarını belirleyen temel ölçü olarak kabul etmezse, işte o andan itibaren asıl insani konumunu yitirmiş, kendisini İblisçe tehlikelerin kucağına terk etmiş demektir. Allah'ın buyrukları gibi temel sınırlayıcıları olmayan insanın arzularının nerede başlayıp nerede biteceğini kendisi de kestiremez. Arzulara gem vurulamaz. Arzulara ancak Allah'a iman ve vahye teslimiyet gem vurur.
Demokraside ferde ve topluma hükmedecek yasaları toplum, elbette uzun tartışmalar, detaylı araştırmalar, tedkikler neticesinde vaz etmektedir. Ama unutmamalı ki sonuçta bu yasa vâzı’ı insandır. Toplum, önceden devraldığı, süregelen bir demokratik kültüre istinaden yeni yasalar yapacaktır. Yasaların / hukuk düzeninin referansı yine ‘beşerî tecrübe’ olacaktır. Yasa yapan kurulların üyeleri ne kadar yüksek tahsilli, alanının uzmanı, mesleğinde en kariyerli kimseler olursa olsunlar, sonuçta beşerdirler ve yaptıkları yasaların İslamî olmasının hiçbir garantisi, kendilerinin de öyle bir iddiaları yoktur. Öyle bir iddiayı taşıdıkları anda, demokratik toplumun nazarında derhal gözden düşeceklerdir.
Bütün bunlara rağmen, demokratik hayat tarzından yana tavır takınmak, İslam’ı terk edilmiş tutmak (25/Furkan, 30) demektir.
Demokrasi, ‘çoğunluğun istibdadı’na dönüşmemek adına, azınlığın, hatta bir tek ferdin bile haklarını korumak iddiasındadır. Bu kaygı, görünüşte hakkaniyetli olmakla birlikte, asıl olarak, ‘birey’in özgür tercihlerini korumaya yöneliktir. Bu da, Allah'ın ‘münker’ ve ‘fahşâ’ adını verdiği pek çok tutum ve davranışın ‘bireysel tercih’ sayılması, özgürlük adına korunması, tervic edilmesi, serbestlik kazandırılması anlamına gelecektir.
Demokrasinin bir ayrı din olduğunu şuradan da anlayabiliriz: Demokratik hayat tarzı, etkin bir İslam'ı hayattan tamamen tard etmek ister. Din’in (İslam) akidevî ve kulluğa yönelik hangi temel ilkesi var ki, demokrasi onun karşısına alternatif bir ilke getirmiş olmasın? Doğrusu demokrasi, İslam’ın inanç esaslarına yönelik doğrudan bir saldırı yöneltmez. Fakat bilhassa siyasi, ekonomik ve ahlakî alanda İslam'ın, emir ve yasaklarını özgürlük, insan hakları, bireyin gibi kavramlarla sulandırır, değersizleştirir, izafileştirir ve değer erozyonuna uğratır.
Son yıllarda demokrasinin, en kalabalık ‘dindar’ cemaatlerce, geri dönüşü mümkün olmayan, bütün insanlığın son kurtuluş adasıymış gibi, adeta ilahi bir din ayarında kutsanması, sadece ve sadece İslam'ın önünü kesmek içindir. Burada, “yükselen İslam’ın” demeyi gereksiz buluyorum, çünkü İslam, -müntesibi bir tek kişi de olsa- zaten yüksektir! İslam, hiçbir siyasî talebi olmayan bireysel bir ‘ibadet’ dini olarak varlığını sürdürmeli, hatta böyle bir İslam yoksa da var etmeli; onu bütün ‘köktenci’ unsurların da şerrinden korumalı, toplum hayatını yönlendirmesine asla izin verilmemelidir! “Demokrasi in, İslam out” şeklinde özetleyebileceğimiz bu politika, İslam'ı mütemadiyen küçültürken demokrasiyi aynı oranda büyütmektedir. İşin münafıkça yanı şu ki, aslında İslam görüntüde büyü(tül)mektedir. Kutlu doğum etkinliklerinde stadyumlarda ya da kent meydanlarında yüz binler toplanabilmektedir. Ama aynı etkinliklerde İslam peygamberi, ‘gül’ metaforu ile tamamen, çağın putperest zihniyetine uyumlu bir Peygamber motifine, boynu bükük bir minyatür resmine büründürülmektedir. Her şeyi hoş gören, herkesi seven, çağın egemen ideolojisi neyse, onun sırtını sıvazlayan, neredeyse hiçbir ayırıcı vasfı olmayan bir Peygamber… Bütün bu işler yine Peygamber’in ümmeti(!) eliyle kotarılmaktadır.
İşte siyasetten, ahlakî alandan ve gerçek tevhidî kulluk toplumundan bilinçli bir şekilde tard edilen İslam'ın yerine demokrasi tam bir ‘din’ edasında ikame edilmektedir. İslam’ın kovulmasından elde edilen boşluk, demokrasiye doldurulmaktadır.
Sonuç
Hâsılı, demokrasi bir zihniyet, bir dünya görüşü, bir yaşam tarzıdır. Yani demokrasi bir dindir. Yazının baş tarafında yer verdiğimiz, Sosyal Bilimler Sözlüğü’nün tanımına yeniden dönecek olursak, din bir “yaşam biçimi” olarak tanımlanıyor ve “hayatın nasıl yönlendirilmesi gerektiği konusunda benimsenen düşünce, inanç, ilke ve değerler bütünü” diye açıklanıyordu. Demokrasinin bu tanıma uymayan hangi özelliği var? Demokrasi de bir yaşam biçimi değil midir? Demokrasinin hayatı yönlendiren düşünce, inanç, ilke ve değerleri yok mudur? Hem öyle var ki, demokratlar, İslam'ın hayatı yönlendiren düşünce, inanç, ilke ve değerlerini (akide ve amelini) çağdışı bulmakta, bazen açıktan, bazen de zımnen bunların tarihte kaldığını söylemektedirler.
Aynı sözlükte, “İnsanlar tarafından konulan ilkeler çerçevesinde oluşturulan” din “beşerî din” olarak tanımlanmaktadır ki demokrasi işte bu tanıma tam denk düşmektedir.
Demokrasiyi din olarak adlandırmak, pek çok dindar çevrenin hoşuna gitmemektedir. Çünkü aksi taktirde, “İslam mı, demokrasi mi?” tercihi ile karşı karşıya kalmaktan korkulmaktadır. Bu korku beyhude değildir, herkes dininin ne olduğuna iyi bakmalıdır…
Demokrasi İslam’a tanktan, tüfekten önce fikirle savaş açmaktır. İslam’ın ‘gülen yüzlü’ hasmıdır. Hem de hasımların en yamanıdır. (2/Bakara, 204). Demokrasi, patırtı-gürültü çıkartmadan sessizce ve derinden İslam'ı tuş etme girişimidir. Demokratik kültürün İslamî değerlere saygılı olduğu, sadece bir taktiktir. İslam güçlü olmadıkça bu ‘saygı’ devam edecektir.


[1] -Günay Tümer-Abdurrahman Küçük, Dinler Tarihi, 4. Bsk. Ank-2002, s. 2-3.
[2] -İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, ilgili md.
[3] -İbni Manzur, Lisanu’l-Arab, ilgili md; Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat, İst-tarihsiz.
[4] -Joachim Wach, Din Sosyolojisi, Terc. Ünver Günay, İst-1995, s. 37.
[5] -Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 6.
[6] -Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 6.
[7] -Tümer-Küçük, Dinler Tarihi, 7.
[8] -Amiran Kurtkan Bilgiseven, Din Sosyolojisi, İst-1985, s. 3.
[9] -Amiran Kurtkan, Din Sosyolojisi, 3.
[10] -Peter L. Berger, Dinin Sosyal Gerçekliği, Terc. Ali Coşkun, İst-1993.
[11] -Ömer Demir-Mustafa Acar, Sosyal Bilimler Sözlüğü, İst-1992, s. 95.
[12] -Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, Terc. Osman Cilacı-İsmail Kaya, İst-1991, s. 17.
[13] -Rağıb el-İsfehani, el-Mufredat.
[14] -Mevdudi, Kur’an’a Göre Dört Terim, 24.
[15] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, Terc. Bir Heyet, İst-1997, I/245.
[16] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, II/223.
[17] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/93-94.
[18] -Amiran Kurtkan, Din Sosyolojisi, 9.
[19] -Zemahşeri, Keşşaf, Beyrut-1947, IV/346.
[20] -Fahruddin er-Razi, Tefsir-i Kebir, Terc. Heyet, Ank-1995, XX/183.
[21] -Zemahşeri, Keşşaf, IV/526.
[22] -Zemahşeri, Keşşaf, IV/346.
[23] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/426.
[24] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, V/426.
[25] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, VI/289.
[26] -Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, İst-tarih?, II/1063.
[27] -Mevdudi, Tefhimu’l-Kur’an, VII/275.
[28] -Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1316.
[29] -Muhammed Esed, Kur’an Mesajı, III/1316.
[30] -Bu konuyu İktibas dergisinin Şubat 2011 sayısında
yeterince işlediğimiz için tekrar etmek istemiyoruz.

http://www.islamiyontem.net/index.php?option=com_content&view=article&id=94&Itemid=109

--------------------------------------------------------------------------------------

İLMİ ARAŞTIRMALAR  
 
Duyuru Panosu
DERGİ DÜNYASI
YAKINDA
BEKLEYİN
 
Facebook beğen  
 
 
ÖZGÜR HABER  
 
 
GAZETE OKU  
   
KIRK HADİS  
 

 
TAKVİM & SAAT  
   
Bugün 13 ziyaretçi (18 klik) kişi burdaydı!
Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol