İLMÎ ARAŞTIRMALRDA USUL
“Usulsüzlük, vusulsüzlüğe sebeptir.
Usul bilmeyenin ilmine itibar edilmez.”
Usul, “asl” kelimesinin çoğulu olup, “esas, temel ve kök” anlamına gelmektedir. Günümüzde buna “metot” denilmektedir. Metot, amaca ulaştıracak olan en kısa ve en doğru yol demektir. İlmin ortaya çıkması ve doğruya ulaşmak için metotlu hareket etmek ve sistemli çalışmak gerekir. Buna ilmî disiplin denilmektedir. İslam bilginleri doğru bilgiye ulaşmak ve doğru olanı bulabilmek için sistematik hareket etmek gerektiğini kabul ederek “Usûl İlmini” keşfetmişlerdir. Modern bilim buna “Metodoloji” demişlerdir.
İslam bilginleri bilhassa Kur’ân-ı Kerimi doğru anlamak için “Tefsir Usulü” hadis-i şerifleri doğru anlamak için “Hadis Usulü” ve doğru hüküm vermek ve adil kararlara ulaşmak için “Fıkıh Usulü” gibi “Metodolojik” bilimleri keşfetmiş ve uygulamışlardır.
Kur’ân-ı Kerim ve Hadislerden doğru hükümleri çıkarmak ancak “Usul” ilmine ihtiyaç vardır. Bu sebepler İslam dünyasında medreselerde “Tefsir Usulü” “Hadis Usulü” ve “Fıkıh Usulü” gibi metot ilimlerini okutmuşlardır.
Fıkıh Usulü (İslam Hukuku Metodolojisi)
Fıkıh Usulü, Kur’ân-ı Kerim ve Sünnetten şer’î ve hukukî hükümleri çıkarmak için başvurulan metotları açıklayan ilimdir. İslam bilginleri ve müçtehitleri hüküm çıkarmak, nasslardaki şer’i hükümleri öğrenmek, hükümlerin dayandığı sebepleri ve illetleri tespit etmek ve bu nasslar üzerine yeni hükümleri bina etmek, İslâm’ın yöneldiği, Kur’ân-ı kerimin işaret ettiği, sünnet-i nebeviyenin açıkça veya ima ile bildirdiği maslahatları tanımak için metotlar ortaya koymuşlardır.
“Fıkıh Usulü, fakihe şer’î delillerden hüküm çıkarma yollarını gösteren kâide ve kurallar manzumesidir.” (İslam Hukuku Metodolojisi, Prof. Muhammed Ebu Zehra, -Ankara, 1979- s. 11) zamanımızın fakihleri olan İslam Hukuku araştırmacıları ve bilginlerinin geçmiş fakihlere ait metotları ve hükümleri bilmeleri yanında zamanın ve bu zamanda yaşayan insanların da ihtiyaçlarını bilerek yeni metotlar ortaya koyarak yeni hükümler çıkarmaları gerekir ki Kur’ân ve Sünnetin hükümleri zamanımızda uygulama imkânı bulabilsin.
Edille-i Erbaa ve Eimme-i Erbaa:
Dini hükümler “Edille-i Erbaa” dediğimiz “Kitap, Sünnet, İcmâ ve Kıyas”tan anlayıp çıkarmaya muktedir olanlara “Müçtehit” denir. Hafızalarında binlerce hadis-i şerifleri ve binlerce ilmî meseleleri taşıyan nice munsıf âlimler dini hükümlerin tayininde sözü dört büyük imama bırakmışlardır. Bunlar İmam-ı Azam Ebu Hanife, İmam-ı Mâlik, İmam-ı Şafii ve İmam-ı Ahmed b. Hambel ve bunlara tabi olan fukahadır. Onların arkasından giden nice kudretli âlimler vardır ki, her biri ilim ve irfan abidesi iken içtihada cüret etmemişler, bu dört imamdan birisine intisabı kendilerine şeref kabul etmişlerdir. Çünkü peygamberimiz (sav) “Sizin ateşe atılmaya en cüretkâr olanınız fetvaya, yani şer’î meselelere cevap vermeye en çok cüret göstereninizdir” ve “Câhilâne fetva veren bunun günahını yüklenir” hadislerindeki tehditten çekinmişlerdir. (Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük İslam İlmihali, 39-40)
Bu konuda Abdurrahman b. Ebî Leylâ der ki: “Resul-i Ekremin ashabından 120 (yüz yirmi) sahabeye yetiştim. Bunlardan birisine bir mesele sorulsa diğerine gönderir, her biri cevap vermekten çekinir, yine o mesele ilk sorulan kişiye dönerdi.”
Sahabe peygamberimizden (sav) aldıkları ders ve terbiye ile ihtisasa önem verirlerdi. Kendi sahası olmayan hususlarda sarf-ı kelem etmezlerdi. Çünkü onlar bilirlerdi ki doktor olmayan birinin başka sahada mükemmel bilgiye sahip olsalar da bir hastalığın tevdisinde basit bir doktor kadar sözü geçmez.
Dört büyük müçtehidin içtihatlarının doğruluğuna ve haklılığına onlara tabi olan ve yolundan giden binlerce müçtehit ve mücedditler ittifak ederek mezhebini oluşturmuş ve yolunu genişletmişlerdir. Bu konuda “Ehl-iSünnet ve’l-Cemaat” olan bütün ulemanın ittifakı vardır. Bu dört mezhepten başkasına uyulmaması hakkında yine âmme-i müslimînin ve cumhur-u ulemanın ittifakı vardır ve bu bir inanç halini almıştır. Bu şekilde Müslümanlar arasında fazla ihtilafın kapısı kapanmış ve tam salahiyet sahibi olmayanların içtihada kalkışmasına gerek kalmamıştır. (İslam İlmihali, 39)
Müçtehitlerin Tabakaları:
Fıkıh Usulü bilginleri fakihleri yedi tabakaya ayırırlar. Bunlardan ilk dört tabakayı teşkil edenlere “Müçtehit” denir. Geriye kalan üç tabaka ise “Mukallit” tabakasıdır. Mukallitler ulemadan sayılmakla beraber içtihat derecesine ulaşmamış kimselerdir. Bu tabakalar:
1. Şeraitte Müçtehitler: Kitap ve Sünnetten hüküm çıkaran, kıyas yapan, maslahata göre fetva veren ve içtihatta bulunanlardır. Dört mezhep imamı olan İmam-ı Azam, Şafii, Hanbelî ve Mâlikî mezhep imamları bunlardandır. Ayrıca Câfer-i Sâdık, Muhammed Bakır, Evzâî, Leylâ b.Sa’d, Süfyan-ı Servî bu tabakayı teşkil eden müçtehitlerdir.
2. Müntesip Müçtehitler: Hüküm çıkarmada imamın koyduğu usûle uyan ama furûda onlara muhâlefet edenlerdir. İbn-i Âbidîn, “İmam-ı Azam’ın talebesi olan İmam-ı Ebu Yusuf, İmam-ı Muhammed’in bu tabakayı teşkil eden müçtehitler” olduğunu ifade eder.
3. Mezhepde Müçtehitler: Usulde de furuda da imama ve imamın talebelerine tabi olan kimselerdir.
4. Tercih Yapan Müçtehitler: Mezhep imamlarının zamanında bulunmayan teferruat meselelerde yine o usule uygun hükümler çıkaran kimselerdi.
5. İstidlal Yapan Müçtehitler: İbn-i Âbdîn bu tabaka mensuplarının görüş ve rivayetlerini karşılaştırarak “Bu görüş kıyasa daha uygundur” “Şu görüş daha sahih ve delil bakımından daha kuvvetlidir” şeklinde açıklamalar yapan kimseler olduğunu belirtir.
Bu beş tabakada içtihat bir dereceye kadar söz konusudur. Bundan sonraki tabakada gelen tamamen “Mukallit Tabakası” olup fikhî bir içtihada sahip değillerdir. Onlar sadece öncekilerin görüş ve eserlerini toplayıp tedvin etmekle uğraşmışlardır.
6. Hâfızlar Tabakası: Bu tabakadaki âlimler mukallit olup öncekilerin tercihlerini bilmekte hüccet sayılırlar. İbn-i Âbidîn bunlar hakkında şöyle der: “Onlar en sağlam, sağlam ve zayıf, açık rivayet, mezhebin zâhir görüşü ve nadir rivayetler arasında seçme gücüne sahip olan kimselerdir. “El-Kenz, Ed-Dürrü’l-Muhtar” “El-Vikâye” ve “El-Mecmâ” gibi muteber kitapların müellifleri bu tabakaya dâhildirler. Bu tabakada bulunanların fetvâ verme hakları vardır; ama bu çok dar bir çerçeve içindedir. Hayrettin Remlî “Fetevâ” isimli eserinde bu konuda şöyle der: “Muhtelif rivayet ve görüşlerin tercihlerini bilmek, onların sağlamlık ve zayıf yönlerini bilmek ve tanımak ilim yolunda ciddi gayretler sarf etmiş olanların sonunu gösterir. Bu itibarla müftü ve kadıların üzerine düşen görev, cevabı iyi tespit etmek, helali haram ve haramı helal yapmak suretiyle Allah’a iftira etmek gibi bir ölçüsüzlüğe düşmemektir.”
7. Mukallitler Tabakası: Bu tabakaya mensup olanlar, kitapları anlayabilirler; fakat görüş ve rivayetleri tercih edemezler. Bu bilgiye sahip değillerdir. İbn-i Abidin bu tabakadaki âlimleri şöyle tarif eder: “Onlar doğru ve yanlışları, sağı ve solu birbirinden ayıramamışlardır. Hatta onlar gece odun toplayanlar gibi ellerine geçen her şeyi bir araya getirmişlerdir. Bunları taklit edenlere yazıklar olsun.”
Prof. Dr. Muhammed Ebu Zehrâ “Fıkıh Usulü” isimli eserinde şöyle der: “Çağımızda bu gibi insanlar çoktur. Onlar fakihlerin sözlerine sarılırlar; bu sözlerin dayandığı delillere bakmazlar; hatta ‘bu konuda şöyle bir görüş vardır’ demekle yetinirler. Yaptıkları işleri meşru göstermek isteyen çevre ve sınıflar üzerinde bunların büyük etkisi vardır. Bunlar kim söylemiş olursa olsun, kıymeti ne olursa olsun buldukları herhangi bir görüşe sarılırlar ve bu görüş açık bir delile ve layık bir düşünceye dayanmış olmasalar bile ona göre fetva verirler. Sonra da bunu her tarafa yayarlar. İbn-i Abidin’in dediği gibi bunlara ve bunlara uyanlara yazıklar olsun.” (Prof. Dr. M. Ebu Zehra, Fıkıh Usulü “İslam Hukuku Metodolojisi” s. 342)
İslam Fıkhına Göre Âlim Kime Denir?
Hz. Ali (ra) “Âlim Kur’ânı terk ettirmeyen ve insanı günah işlemeye cesaret vermeyen kimsedir” der. İlmin ve İslam fıkhının amacı insanları Allah’ın kitabına yönlendirmek ve onu anlamaya çalışmaktır. İslam’ın temel kaynağı olan Kur’ân-ı kerimden hüküm çıkarabilen ve Müslümanların ihtiyaçlarını karşılayan kimseye “âlim” denir. Bu değerli âlimlerdir ki “Peygamberin varisi” olabilirler. Müçtehit seviyesine çıkmayan kimseler “Peygambere varis” olamazlar; ancak mukallit seviyesinde kalırlar. İbn-i Âbidin dahi kendisini “Mukallit” olarak kabul etmektedir.
Bu konuda Şâtıbî “Muvafakat” isimli eserinde “Müçtehit ancak peygamber postuna oturabilir. O seviyeye çıkmış bir âlim ancak Allah’ın hükümlerini anlar ve açıklar.”
Müspet İhtilaf Rahmettir:
Peygamberimiz (sav) “Ümmetimin ihtilafı rahmettir” buyurmuşlardır. Bediüzzaman hazretleri bu ihtilafın herkesin kendi meslek ve meşrebinin revacına çalıştığı, başkasının tahrip ve iptaline sebep olmayan bir ihtilaf olduğunu açıklar. Diğer bir kısım islam bilginleri ise bu ihtilafın müçtehitler arasındaki ihtilaflar olduğunu ifade ederler.
Siyaset sahasında müçtehit olarak kabul edilen Ömer b. Abdülaziz (ra) “Eğer peygamberin sahabeleri ihtilaf etmemiş olsalardı üzülecektim. Zira onlar ihtilaf etmeselerdi rekabet ve hizmet olmazdı” der. (Sehavi, Makasıd, 27) Münâvî, ise “müspet ihtilafın ümmetin ulemasının ihtilafı olduğunu ifade eder.” (Münavi, Feyzu’l-Kadir, 1:209) Hattabî ise dinde ihtilafı üçe ayırır: “Allah’ın varlığı konusunda ihtilaf küfürdür. Allah’ın sıfatlarında ihtilaf ise dalalettir. Amel noktasında furuattaki ihtilaf ise, Allah bu nevi ihtilafı ümmetin ulemasının şeref vesilesi yapmıştır” der. (Münavî, Feyzu’l-Kadir, 1:209)
M. Ali KAYA